Evliliğin Rutinleşmesi ve Kaybedilen Heyecan Kötü Müdür?

Geçen haftaki yazımda Amerika’da yaşanan ve kahramanlarının üçünün de ünlü Chicago Üniversitesi felsefe bölümü mensubu oldukları monogami dışı bir ilişkiden bahsedip bunun analizini yaptım. Söz konusu olan bir kadının eski kocası ve yeni sevgilisi ile aynı evde ve hiçbir şey gizli kapaklı kalmadan yaşaması idi. Olayın kadın kahramanı Profesör Agnes Callard’ın hem eski kocası hem genç sevgilisinden çocukları var ve hepsi aynı evde ve çocuklara da ortak bakılıyor. Olaya kadin tarafindan bakarsak, asikar olan Agnes’in kocasına olan ilk heyecanını yitirdiği ve ilişkinin rutinleşmesinin onu rahatsız ettiği idi. Profesör Agnes çıkış yolunu yeni bir ilişkiye yelken açmakta bulmuştu.

Elbette ki poligami ötesi arayışlar, başta ahlak kuralları olmak üzere birçok açıdan eleştirilebilir. Öte yandan yadsınmaz bir gerçek de var. Uzun evliliklerde, başlangıçtaki heyecan ve coşkunun giderek solduğu, yerini “rutin” olarak adlandırılan öngörülebilir bir döngüye bıraktığı bir gerçekliktir.

İş, güç, çocuk bakımı, ailevi sorumluluklar ve maddi-manevi yüklerin artmasıyla çiftlerin birbirine ayıracakları zamanın azalması da bu rutinin oluşmasında pay sahibidir. Böyle bir durumda, ilişkiye dair ilk zamanlardaki yoğun duygusallık, merak ve karşılıklı “yenilik keşfi” gibi unsurlar geri plana itilebilir. Bu ortaklıkta aşk ve sevgi geride durur, ön planda “işlevsellik” vardır. Çocukların bakımı, iş hayatı, aile büyüklerinin sorumlulukları derken çiftler, duygularını korumak yerine çoğunlukla geçim, düzen ve öngörülebilirlik odaklı yaşamaya başlayabilir. Tehlike çanları çalmaya başlar.

Peki her evlilik bu anlamda başaşağı gitmeye ve tatminsizliğe yol açmaya mahkûm mudur? Kanımca değildir. Hatta tam tersi, çaba harcanırsa evlilik eskidikçe, iyi yıllanan bir şarap gibi, derinleşip karşılıklı alınan hazzı daha da artırıcı hale gelebilir. Nasıl?

Bu konuda ufak bir araştırma yapıp internet kullandım ve birkaç düşünürün görüşlerini taradım. Gördüğüm kadarı ile evliliğin rutinleşmesi ile derinleşmesi arasında ince bir çizgi var. Rutinleşme bir anlamda kaçınılmaz ama derinleşmeden rutinleşme kötü, derinleşerek rutinleşme iyi. Şimdi izninizle önce bahsettiğim düşünürlerin bu konudaki görüşlerini özetleyeyim. Sonra da rutinleşme konusuna dönüp evliliğin başarısı için nelere başvurulabileceğini sıralayayım.

Taradığım düşünürler arasında en kötümseri Arthur Schopenhauer. Schopenhauer, insanın varoluşsal acı çekme haline vurgu yapan bir filozof. Ona göre hayat, temelinde “istenç”in (will) bitmek bilmeyen dürtüleriyle yönlendirilen ve doyurulması imkânsız bir arzular silsilesidir. İnsanın istediği şeye ulaşmasıyla birlikte ortaya çıkan “boşluk ve can sıkıntısı”, yeniden başka bir arzuya yönelir; bu döngü mutsuzluğu yaratır. Schopenhauer, evlilik kurumuna da biraz kötümser bakıyor. Ona göre evlilik, insanın üreme ve güvenlik gibi temel güdülerine hizmet eden, fakat zamanla tekdüze bir hale dönüşen bir “zorunluluk”tur.

Evlilikteki rutinleşmeyi, Schopenhauer’ın genel hayat görüşüyle bağdaştırabiliriz: İnsan, sürekli bir arzu durumundan diğerine geçer ve tatmin gerçekleştiğinde mutlaka bir boşluk duygusu yaşar. Evlilik de başlangıçtaki “birlikte olma arzusunun” tatmin edilmesiyle birlikte, belki de “boşluk ve can sıkıntısı” döngüsüne yakalanabilir. Günlük hayatın meşgaleleri de bu hissi derinleştirir. Schopenhauer açısından bu durumun pek bir çaresi yoktur; dolayısıyla “kaybettiklerimizi kabul etmek” ve “fazlasını kaybetmemek” için elimizden geleni yapmak, onun kötümser çizgisine oldukça uygun düşer.

Schopenhauer’in kötümser görüşleri bence evlilik kurumundan çok kumar oynayanlar için geçerli. Gençken videolu tavla oynadığım dönemde bir şeyi iyi anlamıştım: Kaybediyorsan, daha fazla kaybetmeden masadan kalk! Yani şanssız ya da kötü günündeysen ve zararlarını çıkartmaya çalışırsan daha da çok kaybedersin!
Belki bir anlamda kötü bir evlilik için geçerli bu prensip. Dejenere olan, toksik hale gelmiş bir ilişkiyi devam ettirmek her iki taraf için de daha fazla kaybetmeye yol açabilir.

Ama evliliğin kumara benzeyen bir şans tarafı olsa bile işin içine özgür seçim, bilinç ve irade girince birçok şey bizim elimizde. Bu konuda Schopenhauer’in aksine çok daha iyimser düşünürler de var. Örneğin Martin Buber. 20. yüzyıl Yahudi filozofu Martin Buber, “Ben ve Sen” (Ich und Du) adlı eserinde insan ilişkilerinde iki temel tutumdan bahsediyor: “Ben-O” ve “Ben-Sen.” “Ben-O” ilişkisi, karşımızdakini bir nesne gibi gördüğümüz, ondan yararlanma, fayda sağlama ya da onu kontrol etme tutumudur. “Ben-Sen” ilişkisi ise, karşımızdakini bir öznellik olarak tanıma, ona olduğu gibi değer verme ve onunla gerçek bir diyalog kurma hâlidir.

Evlilikte de “Ben-O” ilişkisi hâkim hale gelirse, zamanla rutine saplanmak ve eşimizin “fayda” ya da “konfor” sağlayan bir nesne gibi görülmesi olasıdır. Bu da heyecanı öldürür, ilişkiyi mekanik bir düzeye indirger. Fakat Buber’in idealindeki “Ben-Sen” ilişkisini sürdürmeye çalışan bir çift, zaman geçtikçe birbirini daha iyi tanımanın, derin bağlar kurmanın ve gerçek diyalog halinde olmanın mutluluğunu keşfedebilir. Bu tür bir ilişkide her gün, her yıl yeni bir şey öğrenmek, yeni bir paylaşıma girmek mümkündür. Böylece evlilikte rutin yok olmaz, ama onu dönüştüren, canlandıran, sürekli yenileyen bir iletişim biçimi belirir. Bu da evliliği zaman geçtikçe daha da güzelleştirebilir.

Evlilik ve sevgi konusunda bir diğer iyimser düşünür de Erich Fromm. Fromm, insanın olgun sevgiye ulaşmasının, iç disiplin, sabır, özveri ve farkındalık gerektirdiğini söyler. Olgun sevgi, sadece başlangıçtaki heyecan veya tutkudan ibaret değildir; bilakis, sevmeyi bir sanat gibi icra etme sorumluluğunu üstlenmekle olur. Çiftler, birbirlerinin ihtiyaçlarını, duygularını, korkularını ve hayallerini iyi anlamayı öğrendikçe, kendilerini karşı tarafa açmakta cesur davrandıkça, ilişki daha derin bir boyuta ulaşır.

Bu bağlamda, zamanla rutin hale geldiği düşünülen evlilik, aslında “olgun sevgi”ye giden yolda önemli bir basamaktır. Başlangıçtaki tutku, heyecan ve bilinmezlik yerini daha güçlü bir bağlılığa ve içsel paylaşıma bırakır. Bu bakış açısıyla, “heyecanı kaybetmek” yerine “heyecanı dönüştürmek”ten söz edebiliriz. Frommcu yaklaşım, ilişkinin her aşamasında emek verilmesi gerektiğini tekrarlar. Yıllar ilerledikçe, çiftlerin birbirini daha derinden tanıması, aslında heyecan verici keşiflerin de yolunu açabilir. Zira insan ruhu bitmek tükenmek bilmez bir derinliğe sahiptir; yeter ki onu keşfetmeye istekli olalım.

Konuya farklı ve olumlu açıdan bakan bir diğer düşünür ise Paul Tillich. Bana göre oldukça derin ve gözlemlerimle teyit edebileceğim bir noktaya değiniyor. Şöyle ki, teolog ve filozof Paul Tillich, “Kabul Edilme Cesareti” (The Courage to Be) ve “İnancın Dinamikleri” gibi eserlerinde, insanın varoluşsal kaygılarından bahseder. Ona göre, insan kendini yalnız, kaygılı ve “kısıtlı” hisseder. Aşk, bu varoluşsal yalnızlığın aşılmasında çok güçlü bir araçtır. Tillich’e göre, evlilik gibi yakın ilişkiler, insanın anlam arayışını somut bir zemine oturtabilir.

Zaman içinde gelişen bir evlilik, sadece “iki insanın aynı evi paylaşması” değil, aynı zamanda “iki ruhun anlamlı bir hayat inşa etme yolculuğu” olabilir. Bu yolda, yıl yıl, on yıl on yıl ilerledikçe, birlikte kazanılan tecrübeler, atlatılan zorluklar, paylaşılan mutluluklar evliliği daha da “özel” hale getirir. Tillich, aşkın insanı bütünleştiren özelliğini vurgulayarak, evliliğin sıradan bir rutinden ziyade “birlikte büyüme” süreci olabileceğini ifade eder.
Dolayısıyla, zamana yenik düşme kaygısı yerine, zamanın kazandırdığı derinliği ve dayanışmayı ön plana almak mümkündür. İlk heyecan elbette başkadır, ama 20 yıl boyunca el ele, omuz omuza zorlukları aşmış bir çiftin paylaştığı manevi bağ ve huzur duygusu da bambaşka bir güzelliktir.

Konuyu toparlayalım. Evlilik süreci ile ilgili iki senaryomuz var. Karamsar senaryoda, zamanla umutların azalması söz konusu. Ancak diğer uçta, insanın “birlikte büyüme” idealini benimsemesi durumunda, umut aslında artıyor. Çiftler, birbirlerinin potansiyeline inandığında, yaşla ve deneyimle birlikte kazanılacak birçok güzelliği de beraber hayal ediyor. Her yıl, daha iyi bir iletişime, daha büyük bir anlayışa, belki de daha güçlü bir maneviyata sahip olmanın heyecanını taşıyabiliyorlar.

Bu bağlamda benim çok sevdiğim ve gençken okuduğum bir düşünür olan Michel de Montaigne, dostluk üzerine yazılarında, insanın bir başkasıyla paylaştığı samimiyetin, zamanla “iki ruhun birleşmesi”ne evrilebileceğinden bahseder. Evlilik gibi yakın bir ilişkide, bu samimiyetin boyutu çok daha geniştir. İnsanın bütün yaşam serüvenine bir tanık olması, her hatırada, her dönüm noktasında yan yana durması, yıllar geçtikçe evliliği benzersiz bir bağ haline dönüştürebilir.

Tabii ki, bunun ön koşulu, evliliğe sürekli bir “öğrenme süreci” olarak bakmaktır. Karşımızdakini aynı kalıplara hapsetmek yerine, onun değişimine, gelişimine, farklılaşmasına izin verecek kadar esnek olmak gerekir. Aynı esnekliği kendimize de tanımalı, ilişkide “Ben artık belli yaşa geldim, bu saatten sonra değişmem” gibi katı inançlara yer vermemeliyiz. Bu şekilde, “rutin” sanılan deneyimler dahi her gün yeni bir keşfe dönüştürülebilir.

Baştaki temamız olan evliliğin zamanla rutinleşmesi ile zamanla derinleşmesine dönelim. Arada işin aslını bilmedikçe dıştan kavrayamayacağımız ince bir çizgi var. Dışarıdan bakıldığında benzer davranış kalıpları görülebilir: Çiftler yine sabah kalkar, işe gider, akşam yemeği yer, çocukları varsa ilgilenir vb. Fakat bu günlük pratiklerin ardındaki duygusal, entelektüel ve manevi bağ değişik şekillerde yaşanabilir. Birinde sıkılmışlık ve bıkkınlık, diğerinde güven ve şefkat duygusu öne çıkar.

Dolayısıyla, evliliğin zaman geçtikçe hangi yöne evrileceği, büyük oranda çifte ve onların tutumlarına bağlıdır. Karamsar senaryoda, çiftler büyük ölçüde “pasif” ve “kabullenen” bir konumda durmaktadır. “Kaybettiklerimizi kabul edelim, hiç değilse daha fazla yıpranmayalım” denir. İkinci bölümdeki iyimser senaryoda ise, çiftler “aktif” ve “dönüştüren” bir pozisyondadır. “Zamanla kazandıklarımız artabilir, beraber öğrenebilir, beraber büyüyebiliriz” diye düşünürler.

Gerçekte, çoğu evlilik bu iki uç arasında salınır. Kimi zaman karamsarlık ağır basar, kimi zamansa iyimserlik. Önemli olan, çiftlerin bilinçli bir çabayla ilişkiye yatırım yapması, her geçen yıl yeni bir şeyler katmak için emek sarf etmesidir. Duygular, ilgi alanları, sosyal çevre, hatta yaş ve sağlık durumu bile değişirken, evliliği bu değişim rüzgârlarının içinde canlı tutmak mümkündür.

Sonuç olarak hem kişisel deneyimlere hem de filozofların düşüncelerine dayanarak, pratikte evliliği zamanla güzelleştirebilmek adına bazı öneriler sıralayabiliriz:

1. Düzenli İletişim ve Paylaşım: Buber’in “Ben-Sen” ilişkisini yakalamak için, her gün anlamlı bir iletişim anı yakalamaya çalışın. Gündelik konulardan öte, birbirinizin duygu ve düşüncelerini gerçekten merak edin.

2. Ortak Hedefler Belirlemek: Evlilikte ortak projeler ve hedefler oluşturmak (örneğin birlikte seyahat planları, ortak bir hobi, farklı bir dil öğrenme vb.) motivasyonu artırır. Zamanla bu hedeflere ulaştıkça, ilişkinin derinliği de büyüyecektir.

3. Sürpriz ve Yeniliklere Açıklık: Küçük sürprizler, yenilikler ve beklenmedik jestler de evliliği canlandırabilir. Eşinizin yaş gününü unutmayıp beklemediği bir hediye almak, sabah uyku mahmuru iken yıllar önce birlikte dinlediğiniz romantik parçayı bulup ona dinleterek güzel anıları canlandırmak gibi. Rutin, tamamen yok olmasa da, içindeki sıkıcılık hissi azalır.

4. Saygı, Empati ve Dinleme Becerileri Geliştirmek: Evlilikte rollerin eşitsizliği ya da hiyerarşik kalıplar yerine, eşitlik ve karşılıklı saygı üzerine kurulu bir ilişki inşa etmek gerekir. Empati ve etkili dinleme olmadan, evlilikte derinleşmek zordur. Eşinizi ilgilendiren konu, örneğin örümceklerin çiftleşme pratikleri ya da yarış atlarının ideal diyetleri, sizin için ilginç olmasa bile en azından dinlerken sıkılmış gibi yapmayın ve devamlı esnemeyin.

5. Mizah ve Eğlenceyi Unutmamak: Hayatın ciddiyeti içinde neşeyi kaybetmemek, en büyük yenilenme kaynaklarından biridir. Beraber gülmek, beraber eğlenmek, anın tadını çıkarmak, evliliğin olumlu yüzünü pekiştirir. Arada dışarıda yemek yemeye gidin. Özellikle de benim tavsiye ettiğim lokantalara!

6. Ortak Değerleri Beslemek: Entelektüel değerleri birlikte paylaşmak ve onları geliştirmek, ilişkide daha güçlü bir bağ oluşturur. Kimi çiftler ortak meditasyon yapar, kimisi birlikte kitap kulübü kurar, kimisi de briç öğrenir ya da şarap, viski, vs. kursuna birlikte gider. Bu tip deneyler ve yeni şeyler öğrenmek, ilişkinin “birlikte gelişim” boyutunu destekler.

Siz ne düşünüyorsunuz?