Cannes ve Oscar büyük ödüllerini alan Anora filmini gördünüz mü?
Ben oldukça beğendim. Genç yönetmen Sean Baker’in klasik Hollwood kalıpları dışına çıkan bir filmi. Eski “film noir” ve “screwball comedy” tarzı 40-50-60’ların polisiye ve komedi filmlerini çok severim. İzleyicisinin zekâsına güvenen ve ona ne düşünmesi gerektiğini empoze etmeyen filmlerdir bunlar.
Günümüz Hollywood stili filmlere ise iki temel itirazım var. Elbette Hollywood sürükleyici ve teknik açıdan etkileyici film yapma işinde usta. Ama izleyicinin zekâsına güvenmeyip ne düşünmemiz gerektiğini söyleme sevdalısı Hollywood. Hep bir ahlak dersi var. Çektikleri çizgiler kalın. Siyah ve beyaz. Star sistemi de bana göre manipüle edici. Filmi izlerken güzel yüzlü « celebrity »ler ile özdeşleşmemek mümkün mü ? Genç Paul Newman ve Robert Redford ikilisini düşünün. İster banka soysunlar, ister trenleri bombalasalar….Süper bir kovboy klasiği olan Butch Cassidy ve Sundance Kid’i seyrederken kalbiniz onlar için mi çarptı, yoksa kurbanları ve soyguncuları cezalandırmaya çalışan kanun güçleri için mi ?
Ben şahsen filmlerde ortalama insanlardan çok farklı, yani çok daha iyi veya kötü karakterler görmekten hoşlanmıyorum. Bana nasıl düşüneceğimin telkin edilmesinden, hele hele etik-ahlaksal bir ders verilmesinden ise hiç hoşlanmıyorum. Karakterler ile özdeşleşmeme ya da onlardan nefret etmeme gerek yok. Film benim düşünmediğim güzel sorular sorsun ve beni akıl yürütmeye zorlasın. Belki bu nedenlerle profesyonel aktörlerle çalışmayı sevmeyen ve hem aktörler hem biz izleyiciler ile arasına mesafe bırakıp onları filmin yorumunda aktif olmaya davet eden Robert Bresson benim için 7. Sanatın önde gelen ismi.
Anora filmini de bu açılardan sevdim. Konu çok basit. New York’a okumak için Rus ve multi-milyarder babası tarafından yollanan 21 yaşında bir velet ile sık gittiği özel klüp’te tanıştığı 23 yaşındaki « refakatçi kız » Ani’nin ilişkisi. Korkutuk uyuşturucu etkisindeyken Newada’da gerçekleşen bir evlilik, duyunca şoke olan oligark baba ve anne, Ani’yi öyle ya da böyle ikna etmek ve evliliği kanunen iptal için New York’a gönderilen Rus oligark çift’in adamları. Konu basit ama film sürükleyici ve basmakalıp formüllerin dışına çıkıyor. Hayır öyle mucizeler de gerçekleşmiyor. Sonuçta biz sıradan insanlar evliya veya kahraman değiliz. Çevreden gelen etkilere açığız. Hem hata üstüne hata yapar hem de sevap işlemeyi biliriz.
Hem Ani hem genç Rus sevgilisi Aleks ne özenilecek ne de nefret edilecek tipler. Görünüş olarak da kötü değiller ama belli ki fiziksel özelliklerinden çok oyunculuk yetenekleri için seçilmişler.
Beni filmin gerçekçiliği, özellikle de son sahnesi etkiledi. Her şeyin satılık hale geldiği, para ve onun getirdiği güç’ün her şeyi ezip geçtiği bir dünya’da « cinsellik » ne anlama geliyor ? Belki bize verilen en değerli armağan olan cinsellik elbette ki tamamen araçsal hale gelip para, güç ve böbürlenme hakkı elde etmek için kullanılabilir. Bu anlamda Hegel’in köle diyalektiği gibi hem kadın hem erkek amaçlarına ulaşırken aslında kendilerine yabancılaşabilirler.
Öte yandan sevgi ve karşılıklı şefkat ile birleşen cinselliğe « aşk » demiyor muyuz ? Dünyanın en güzel hissi değil mi bu ? Aşırı materyelleşmiş, güç’e tapılan, hoyrat ve acımasız bir dünyada aşk hâlâ mümkün mü ? Hele hele bu dünyanın iki kurbanı, statüleri açısından iki küçük oyuncu yani refakatçi kız Ani ile oligark’ın koruması Igor arasında ? Başka bir deyişle varlığını şu kokuşmuş-yolsuz-haksız düzene borçlu yani bu düzenin hem yalakacısı hem de kurbanı iki genç cinsel arzularını tatmin ederken bu bozuk düzenin oyuncakları olmaya devam etmeyecekler mi ? Başka bir şans ve olasılık var mı ?
Cevabını ben vermeyeyim ki filmi görün. Ama bu film beni gastronomi hakkında düşündürdü. Günümüzde de gastronomi birçok açıdan bozuk düzenin parçası olmuş durumda. İyi yemek, bizi tatmin ve mutlu eden yemek nedir diye sormuyoruz artık. Sonuçta iyi yeme ve içme de bir aşk konusu ve haz kaynağı. Bu konuda ünlü yazar George Bernard Shaw’un söylediği çok güzel bir söz de var : « there is no love sincerer than the love of food ». Yani şu olumlu dünya’da yemek aşkı kadar içten ve samimi başka aşk yok !
En samimi ve içten aşk o mudur bilmem ama gerçekten bunu yaşamış biri olarak yazarın ne dediğini anlıyorum. İzin verirseniz yaşadıklarımdan üç-dört örnek vereyim. Hayır lüks ve az insanın gittiği aşırı pahalı lokantalardan falan bahsetmiyorum.
Küçük bir çocuktan bahsediyorum. Büyükleri hardal yemesini istemiyor. Onlar yokken dolabı açıp acı hardal ve kaşar peyniri alıyor. Mutfaktan taze ekmek dilimi. Ekmeğe bol hardal üzerine eski kaşar. Daha karşı cins ile hiç birlikte olmamış çocuk o gün hazzın doruğuna çıkıyor.
Gençken de çıkıyor. Nerenin domatesi idi o ? Üzerine tuz döküp adeta yalayarak yiyor. Sonra o kıtır kıtır salatalık ve gene bol tuz. Yaşlanınca tuz zararlı biliyor ama nasıl heyecan kalp krizine yol açabilir diye düşünüp cinsellikten vaz geçmezse tuz’dan da vaz geçemiyor.
Babası ile Bursa’da yediği o kebabın kokuları. İsterse bütün Türkiye ona « dönerde kıyma olmaz » desin. İlk aşk gibi ilk döner de unutulmaz. Âşıklar yaşlanır, dönerler bozulur ama nostalji bizi yaşatır.
Annesinin onu dışarı çıkarması ve Taksim’deki Çin lokantasında tatlı-ekşi karides. Fırından çıkmış taze francala’ya bol gerçek tuzlu tereyağı sürüp yemek. İlk sevgilisi ile gittiği lokantada tattığı Krep Suzet !
Bu hazları tekrar yaşamak mümkün mü ? Bernard Shaw’ın dediği gibi yemek ile dolaysız ve içten bir ilişki mümkün mü ?
Giderek zor görünüyor bana. Etrafıma baktığımda başkaları için de zor olduğunu giderek de zorlaştığını görüyorum. Sınıfsal bir temeli de var sorunun. Basitleştirerek ikiye ayıralım. Fakirler ve zenginler.
Fakirler için zor çünkü açlık ve istediklerine ulaşamama haz almayı zorlaştırıyor. Zor oyunu bozar derler. Aç isen yemeği bulduğunda öyle lezzetine pek bakmazsın. Karnını doyurursun. Çok yersin çünkü bir daha tekrar ne zaman yiyeceksin belli değil. Önemli olan porsiyonun büyük olmasıdır. Kalite değil. Çok affedersiniz bununla cinsellik arasında benzerlik kursam askerdeki gençleri düşünürüm. Testosteron tavan yapmış ama mahremiyet hak getire. Bir ara izne çıkıyorlar….
En azından fakirlerin bu hali doğal ve kimse onları suçlayamaz. Ama zenginlerin hali daha da vahim. İzah edeyim.
İstediğin her şeyi yer istediğin lokantaya gidersin ama haz alman zor. Zor çünkü kendin için değil başkalarına hava atmak için gidiyorsun. İlla da çok zor rezervasyon yapılan lokantalara gitmek istiyorsun. Amaç « ben de oradaydım » demek, sanki Allah’ın emri bir liste varmış gibi oraya gidip bir çentik atıp « gittim, gördüm, yedim » demek. Ama ne yediğini bile hatırlamıyorsun. Annenin kuru fasulye’sini özlüyorsun. Ama çevre ve arkadaşlar. Daha da kötüsü sosyal medya ve Allah’ın belası rehberler, lokantaları sıralamalar, influencer’lar. Merak ediyorsun işte. Dünyadaki 17. Sıradaki lokantada o ülkeye gitmişken yemek istiyorsun. Üç yıldız nasıl olurmuş diye merak ediyorsun. Ediyorsun ama açık söyleyeyim, gittiğin mekan iyi olsa bile aslında senin damak zevkin ona hazır değil. Gene okuyucunun affına sığınarak bir benzetme yapayım. Parayı basıp, 20’li kızı koluna takıp arkadaşlarını kıskandırmaya ve belki derin anlamda yaklaşan ilahi son’unu inkâr’a çalışan yaşlı insanlar aslında kendi kendilerini kandırmıyorlar mı ?
Yazının sonunda filme dönelim yine. Cinsellik olsun, yemekten zevk almak olsun bize verilmiş büyük nimetler. Değişik şekillerde tezahür eden aşk sürecinin iki boyutu. Ortak nokta içten gelen haz. Ama sanki toplumsal gerçeklik ve gidişat aşk olayını da bayağılaştırıyor. Bana sık sık gönderilen bir video’da gördüğüm gibi aşk ve yemek arasındaki ortaklık « ikisinde de geçiriyorlar » olduğu zaman insanlar gülüyor, empati kuruyor. Haksız değiller çünkü yaşadıkları deneyler öyle. Ama Anora filmi sanki bize dikte edilenleri sorgulamaya başlarsak kaderimizi farklı yönde etkileyebileceğimizi düşündürtüyor.