Algoritmaların Görünmez Gücü
Sosyal medya devleri – Meta (Facebook, Instagram), X (eski adıyla Twitter), TikTok, YouTube ve diğerleri – kullanıcı deneyimini “kişiselleştirmek” adına kapsamlı veri analizlerine dayanarak içerik akışlarını tasarlar. Bu algoritmalar, kullanıcıların beğenilerine, yorumlarına, etkileşim sürelerine, tıkladıkları bağlantılara, hatta klavyede kaldıkları süreye varıncaya dek pek çok veriyi harmanlar. Amaç, kullanıcının ekranda mümkün olduğunca fazla zaman geçirmesini sağlamak ve bu sayede reklam gelirlerini en üst düzeye çıkarmaktır.
İlk bakışta kullanıcıya cazip gelebilecek, “Zevkime göre içerikleri önüme seren bir sistem, ne güzel!” dedirtebilecek bu düzen, aslında “görmediğimiz” pek çok bilginin de bize ulaşmasını engelliyor. Örneğin, algoritma bize benzer görüşteki hesapların paylaşımlarını daha fazla göstererek, adeta yankı odalarına hapsediyor. Farklı görüşleri, itirazları, eleştirileri filtreliyor ya da alt sıralara atıyor. Böylece, tek tip bir bakış açısına maruz kalan kullanıcı, kendi görüşlerinin evrende mutlak doğrulukta ve çoğunlukta olduğunu sanabiliyor. Bu da toplumun farklı kesimleri arasında uzlaşma yerine çatışmayı, ortak zeminden uzaklaşıp keskin hatlarla birbirinden ayrılmayı (polarizasyonu) beraberinde getiriyor.
Üstelik “sansür” kavramı, eskiden devletlerin uyguladığı bir kısıtlama olarak görülürken, günümüzde özel şirketlerin algoritma düzeyindeki müdahaleleriyle farklı bir boyuta taşındı. Bu, aleni bir “yasaklama” biçiminden ziyade, içeriklerin gizli biçimde baskılanması, gösterim sıklığının düşürülmesi ya da platformdan tamamen çıkarılması şeklinde tezahür ediyor. Pek çok kullanıcı bunun farkına bile varmıyor. İşte bu nedenle, bugün toplumsal ve siyasal açıdan kritik bir tartışmayla karşı karşıyayız: Algoritmaların demokrasi üzerindeki etkileri.
Polarizasyonun Beslendiği Dijital Mutfak
Algoritmaların yarattığı yankı odaları, toplumsal katmanları birbirine yabancılaştırıyor. Çünkü, özellikle politik tartışma konularında, farklı görüşlerle karşılaşmamak insanı daha da katı pozisyonlara itiyor. Kendi düşüncesinin sürekli tasdik gördüğü ve benzer fikirlerin daha sık ekrana düştüğü bir ortamda, kullanıcı bir noktadan sonra farklılığa tahammül edemez hale gelebiliyor.
Bu süreci en erken fark eden araştırmacılardan biri, “The Filter Bubble” adlı çalışmasıyla Eli Pariser olmuştu. Pariser, çevrimiçi dünyada algoritmaların kullanıcıları filtre baloncuklarına hapsettiğini, bu baloncukların dışına pek de kolay çıkılamadığını dile getirmişti. Benzer şekilde, Cass Sunstein da dijital platformların “grup kutuplaşmasını” artırabileceğini, insanları yalnızca kendi görüşlerine yakın kesimlerle etkileşime sokarak, siber bir kabileleşme yarattığını ifade eder. Aslında, demokratik toplumlar “ortak gerçeklik” ve “farklı görüşlerin müzakere alanı” üzerine inşa edilmiştir. Ancak bu algoritmik yönlendirme, kamusal alanın parçalanmasına, her bir kesimin kendi mikro-evreninde yaşamasına neden oluyor.
Jürgen Habermas’ın bahsettiği “kamusal alan” kavramı, sağlıklı bir demokrasi için yurttaşların ortak zeminde rasyonel tartışma yapmasını zorunlu kılar. Fakat platform sahiplerinin ticari çıkarları, kullanıcıların daha fazla zaman geçirmesini sağlayacak “yüksek etkileşimli” içerikleri öne çıkarıyor. Daha çok etkileşim, daha radikal ve kışkırtıcı paylaşımlarla gerçekleşiyor. Böylece, soğukkanlı bir kamusal tartışma yerine, duygusal ve agresif bir iklim oluşuyor. Öfke ve kutuplaştırıcı söylemler “beğeni” veya “retweet” olarak geri döndükçe, algoritmalar bu tür içerikleri daha da yaygınlaştırıyor. Toplumdaki uçurumlar derinleşiyor.
Sansür ve Görünmezlik
Sosyal medya şirketlerinin “topluluk kuralları” adı altında uyguladığı yöntemler, zaman zaman haklı bir çerçeveye dayansa da (ırkçılık, nefret söylemi, şiddet içeren içerikler vb. için), bu kuralların nasıl ve neye dayanarak uygulandığı çoğunlukla belirsiz. Kuralların ihlali durumunda içerik kaldırılabiliyor, hesaplar kapatılabiliyor ya da kısıtlanabiliyor. Ancak kimi zaman, belli politik odakların ya da lobilerin baskısıyla, meşru görüşler de “kışkırtıcı” veya “rahatsız edici” bulunarak sansürlenebiliyor. Öte yandan, açıkça zararlı içerikler üreten ve kitleleri manipüle eden hesaplar, platformun yapısındaki boşluklar sayesinde rahatlıkla varlığını sürdürebiliyor.
Evgeny Morozov, “The Net Delusion” adlı eserinde, dijital platformların aslında özgürleşme ve demokratikleşme aracı olarak görülmesine temkinli yaklaşır. Ona göre, bu platformlar otoriter devletler tarafından olduğu gibi, büyük şirketler tarafından da manipüle edilebilir. İşte bu “gri alan,” günümüzde sansürün sadece devletlerin tekeline ait olmadığını, büyük şirketlerin de kitlesel bilgi akışını şekillendirebildiğini vurgular.
Benzer şekilde, Sherry Turkle’ın dikkat çektiği nokta ise sanal dünyada gerçek yüzleşmelerin eksik kalmasıdır. Kısıtlamalar, dijital etkileşimde soyut düzeyde gerçekleştiği için, kullanıcılar neyin engellendiği ya da neden engellendiği hususunda pek fikir sahibi olmaz. Bazen platformlar, algoritmik müdahalelerle bir içeriğin dolaşımını kısıtlar; kullanıcı ise içeriğin sansürlendiğini bile fark etmez. Bu, klasik “kırmızı kalem sansürü”nden daha sinsi bir mekanizma olarak kabul edilebilir. Demokrasi, “farklı seslerin duyulabilmesi” üzerine kuruluysa, bu tip gizli sansür girişimleri demokratik normları doğrudan tehdit ediyor.
Devlet Müdahalesi: Regülasyon İhtiyacı
Tüm bu tablo, devletlerin ve uluslararası kuruluşların düzenleme (regülasyon) konusunda neden artan bir baskı hissettiğini açıklıyor. Facebook’un (Meta) Cambridge Analytica skandalı, Twitter’ın (X) seçim dönemlerinde yanlış bilgi yayılımını engellemekteki yetersizliği, TikTok’un kullanıcı verilerini hangi sunucularda tuttuğu sorusu gibi vakalar, devletleri sosyal medya platformlarını daha sıkı denetlemeye yöneltti.
Avrupa Birliği’nin Dijital Hizmetler Yasası (Digital Services Act – DSA) ve Dijital Pazarlar Yasası (Digital Markets Act – DMA) bu konuda çarpıcı örnekler. Amaç, büyük platformları kullanıcı verilerini saklama, içerik moderasyonu ve algoritmik şeffaflık konularında daha sorumlu davranmaya zorlamak. Devasa bir restoran zinciri düşünün; devlet, mutfakta hangi malzemelerin nasıl kullanıldığını, hijyen kurallarına uyulup uyulmadığını, tüketicinin sağlığına yönelik riskleri incelemek istiyor. Sosyal medyada da durum buna benziyor: Algoritmaların nasıl işlediğine dair şeffaflık talep etmek, zararlı içerik yayılımını engelleyecek mekanizmaları şart koşmak, kullanıcı gizliliğini korumak, devletlerin temel yükümlülükleri arasına giriyor.
Ancak regülasyon konusunda ince bir çizgi var: Devletin ifade özgürlüğünü kısıtlamaya varan adımlar atmadan, platformların toplumsal sorumluluk üstlenmesini sağlamak önemli. Demokratik rejimlerde, devletlerin kural koyması kadar sivil toplumun, akademinin, medyanın ve bizzat teknoloji şirketlerinin de dahil olduğu çok yönlü bir süreç yürütmek gerekiyor. Örneğin, algoritmaların dış denetimlere açılması, bağımsız kurul ve uzmanların algoritmik karar süreçlerini inceleyebilmesi ve gerektiğinde yaptırım uygulaması oldukça mühim.
Platformların Sorumluluğu ve Çözüm Arayışları
Demokratik Toplumlarda İfade Özgürlüğü ve Denge
Demokrasinin kalitesini belirleyen en önemli unsurlardan biri, toplumun farklı görüşleri duyabilmesi ve bu görüşleri özgürce tartışabilmesidir. Sosyal medya platformları, kutuplaşmayı ve manipülasyonu artırdığında, bu özgürlük alanı darbe alır. Dolayısıyla algoritmaların kullanım biçimi, yalnızca teknolojik bir mesele değildir; toplumsal ve siyasal sonuçları olan bir sistemdir.
Devlet, bir yandan demokratik değerleri korumak adına düzenlemeler yaparken, öte yandan aşırı müdahalenin sansüre ve ifade özgürlüğünün ihlaline dönüşme riskini taşır. Bu nedenle, “bıçak sırtı” denilebilecek çok dikkatli bir politika geliştirilmesi gerekir. Bağımsız regülasyon kurulları, algoritmik şeffaflık yükümlülüğü, vatandaşların dijital okuryazarlığının artırılması ve sivil toplumun platformları denetlemesi gibi kolektif çabalar, bu soruna yaklaşmanın makul yolları olarak öne çıkıyor.
Habermas’ın vurguladığı üzere, kamusal alanın niteliği yükseldikçe, toplum kendini daha iyi yönetebilen bir iradeye kavuşur. Bugün ise kamusal alan, büyük ölçüde özel şirketlerin elindeki dijital platformlara taşınmış durumda. Bu alana müdahale etmeden, demokratik değerleri korumak her geçen gün biraz daha zorlaşıyor. Buradaki temel mesele şu: Devletler, sosyal medyayı tamamen kısıtlayacak bir “baskı” yolunu değil, şeffaflık ve hesap verebilirlik esasını merkeze koyan bir “düzenleme” yolunu seçmeli.
Sonuç: Algoritmik Düzende Demokrasi Arayışı
Gelinen noktada, sosyal medya algoritmaları toplumun bilgi ekosistemini yönlendiren, kimine göre “tehlikeli,” kimine göre ise “kaçınılmaz” bir güç. Ancak bu gücün etkileri göz ardı edilemez. Polarizasyon, sansür, manipülasyon… Tüm bu etkenler, demokratik değerlerin temel taşı olan “çoğulculuk” ve “ifade özgürlüğü”nü yıpratıyor. Cass Sunstein, Sherry Turkle, Eli Pariser, Evgeny Morozov ve Jürgen Habermas gibi isimlerin uyarıları ortak bir paydada birleşiyor: Dijital ortam, ciddi bir toplumsal dönüşüm aracı ve kontrolsüz kaldığında, demokrasi üzerinde yıkıcı etkileri olabilir.
Öyleyse yapılması gereken, platformların algoritmik süreçlerini daha şeffaf hale getirmek, devletler ve bağımsız kurumlar aracılığıyla denetimleri güçlendirmek, kullanıcıların dijital farkındalığını artırmak ve ifade özgürlüğünü korurken, yıkıcı söylemleri ve dezenformasyonu engelleyecek mekanizmaları birlikte inşa etmektir. Nasıl ki gıda sektöründe halk sağlığı için sıkı kurallar ve denetimler varsa, günümüzde dijital beslenmemiz de benzer şekilde kamusal bir mesele haline gelmiştir.
Özetle, sosyal medya algoritmalarının toplumun farklı kesimlerini buluşturan değil, aksine kutuplaştıran, sansürün görünmez biçimlerini üreten bir araç haline gelmesi, demokratik toplumlar için ciddi bir tehdittir. Devletin bu alanda regüle edici bir rol alması kaçınılmazdır, ancak bu rolün “kısıtlayıcı ve kontrolcü” bir güce dönüşmeden, “şeffaf ve hesap verebilir” bir eksende şekillenmesi gerekir. Kamuoyu baskısı, sivil toplum ve akademik kurumların çabaları, platformların kendilerini dönüştürme yönündeki adımlarıyla birleşirse, belki de bu dijital mecraları yeniden demokratik katılımın destekçisi haline getirmek mümkün olabilir. Aksi takdirde, kullanıcıların görünmez duvarlar içinde kapana kısıldığı, algıların ustaca yönetildiği ve toplumsal diyalogun daraldığı bir gelecek bizleri bekliyor.