İlk kez çok genç iken seyrettiğim, daha sonra da her izlediğimde keyif aldığım ve Jeanne Moreau’nun performansına hayran olduğum bir film vardır. François Truffaut’nun 1962 tarihli kült filmi Jules ve Jim, iki yakın erkek arkadaşın aynı kadına olan aşkını anlatan sıra dışı bir hikayedir. Jules ve Jim, savaşın ve zamanın ayırmaya çalıştığı, ancak Catherine adlı kadına duydukları ortak hayranlıkla birbirine bağlı kalan iki dosttur. Catherine, tutkulu, özgür ruhlu ve geleneksel normları yıkan bir figür olarak, bu iki adamın hayatlarını şekillendirir. Film, aşk, dostluk ve bireylerin özgür iradesinin ilişkilere nasıl yön verebileceği üzerine etkileyici bir meditasyon sunar. Jules ve Jim’in Catherine’e olan sevgisi, aşkın sahiplenme ve kıskançlık gibi öğelerden bağımsız bir şekilde ele alınabileceğini gösterirken, aynı zamanda insan ilişkilerinin karmaşıklığını gözler önüne serer.
Geleneksel normları yıkmak! Özellikle de monogami konusunda. Bildiğim, gördüğüm, duyduğum her toplumda biz erkeklerin monogamiden saptığı nadir yaşanan bir durum değil. Genelde kınanıyor ama anlayışla karşılandığına da sıkça rastlanıyor. Dahası, çapkın olmakla övünen çok erkek ve onun sırtını sıvazlayan da çok oluyor.
Buna karşılık bir kadının, hele hele evli bir kadının, bazı erkeklerin yaptığını yapması geleneksel normların kırılmasının da ötesinde bir durum. Poligami, özellikle kadınlar söz konusu olunca, bir tabu! Ülkemizde bırakın evli bir kadın, kız arkadaşı, hatta göz diktiği kadın bir başkası ile beraber olunca onu taciz eden, yaralayan, hatta öldüren erkeklerin sayısı az değil.
Bir de kocası ya da sevgilisi olan bir erkekle yaşayan bir kadının başka bir sevgili edindiğini düşünün. Bunun da ötesinde üçünün aynı evde yaşadığını. Tüyleriniz ürperdi, değil mi?
Öte yandan gerek Avrupa gerek Amerika’da görülen ve giderek yaygınlaşan bir durum bu. Bir kadın ve iki erkeğin herkesin durumu bilmesi ve öz iradeleri ile kabul etmesine dayanan birlikteliği. Poligami değil, “consensual non-monogamy” (karşılıklı tasvibe dayanan çoklu aşk) ya da “polyamory” (çok taraflı aşk) olarak tanımlanıyor. McKinsey raporuna göre Amerikalıların %17’si bu çoklu ilişkileri tasvip ediyor. Tasvip etmenin ötesinde aynı evde üçlü ilişki yaşayan aile sayısı nüfusun %4 ile %5 arası. Giderek de bu oranın artacağı düşünülüyor.
Bir örnek vereyim. Ben ile Arnold aynı kadınla yaşıyorlar: Agnes. Üçü de ünlü Chicago Üniversitesi’nde felsefe profesörleri. Durumu özetleyeyim. Agnes Callard, bir filozof ve akademisyen olarak yalnızca entelektüel çalışmalarıyla değil, aynı zamanda kişisel yaşamıyla da ilgi çekiyor. Eski kocası Ben ile evliliğini sonlandırdıktan sonra, yeni eşi Arnold ile hayatını birleştiren Callard, eski eşi Ben’i aile yapısından dışlamadı. Ben, yalnızca çocuklarının babası olarak değil, aynı zamanda genişlemiş bir aile yapısının aktif bir üyesi olarak hayatlarında yer almayı sürdürdü. Al gülüm ver gülüm; hepsi mutlu. Agnes’in Ben’den iki ve Arnold’dan bir çocuğu var. Üç çocuk, iki baba ve tek anne aynı evde yaşıyorlar.
Duygusal tepki yerine analiz etmeye çalışırsak neler söyleyebiliriz?
Öncelikle, günümüz Amerika’sında, iki erkek sevgili ile birlikte yaşayan kadınlar, modern ilişkilerin karmaşıklığını ve toplumun geleneksel ilişki dinamiklerinden uzaklaşma eğilimini temsil ediyor. Bu durum, yalnızca bireysel tercihlerle değil, aynı zamanda toplumsal normların değişmesiyle de şekilleniyor. Bu ilişki modeli, geleneksel monogamik evlilik anlayışını sorguluyor. Callard’ın modelinde, sevgi ve bağlılık bir sıfır toplamlı oyun değil. Aksine, ilişkilerin farklı biçimlerde devam edebileceği ve bireylerin duygusal ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde yeniden yapılandırılabileceği fikrine dayanıyor.
Geleneksel olarak, romantik ilişkilerde tek eşlilik ve evlilik, Batı kültüründe ideal olarak kabul ediliyordu. Ancak günümüzde bu anlayış sorgulanıyor. İki erkekle birlikte yaşayan bir kadın modeli, yalnızca bireysel tercihlerden kaynaklanmıyor; aynı zamanda bireylerin, kendi ihtiyaçlarına ve değerlerine uygun bir ilişki modeli yaratma özgürlüğünü de temsil ediyor.
Elbette ki bu tip ilişkileri kınayan ve lanetleyen çok insan var. Bu da normal, çünkü bu tür ilişkilerin çoğu zaman karşılaştığı eleştiriler, genellikle toplumun alışılmış kalıplarına dayalı beklentilerinden kaynaklanıyor. Ancak Callard’ın modeli, ahlaki veya sosyal bir sapma olarak değil, ilişkilerin evrimine bir örnek olarak da görülebilir. Bu tür ilişkiler, yalnızca bireyler için değil, toplum için de yeni bir anlayış ve empati geliştirme fırsatı sunuyor.
Peki bu üçlü ilişkinin dinamikleri ne? Merak edip bu konuda üçlü ilişkinin odak noktası olan Agnes’in ne söylediğini irdeledim. Agnes Callard’ın akademik çalışmaları, etik, ahlak ve insan doğası üzerine odaklanıyor. Bu bağlamda, kendi yaşam modeli, teorik çalışmalarının bir pratiği gibi görünüyor. Aşk, bağlılık ve sorumluluk gibi kavramlar, Callard’ın felsefi düşüncesinde merkezi bir yer tutuyor ve bu kavramların, bireylerin mutluluğunu ve ilişkilerinin sürdürülebilirliğini nasıl şekillendirdiğini tartışıyor.
Eski eşi Ben ve yeni eşi Arnold ile kurduğu yaşam, sevginin sadece romantik bir duygu olmadığını, aynı zamanda bir karar, bir sorumluluk ve bir pratik olduğunu gözler önüne seriyor. Callard’a göre, sevgi bir bağlanma biçimi ve bu bağlanma, farklı biçimlerde tezahür edebilir. Arnold’a romantik bir bağlılık beslerken, Ben’e karşı derin bir dostluk ve işbirliği hissini sürdürmek, Callard’ın yaşam modelinin felsefi temellerini oluşturuyor.
Callard’ın yaşam modeli, geleneksel monogamik evlilik anlayışının sınırlarını sorguluyor. Sevgi ve bağlılık, bu modelde bir “ya hep ya hiç” durumu değil, birden fazla kişiyle farklı düzeylerde paylaşılabilir duygular olarak ele alınıyor. Bu ilişki modeli, yalnızca felsefi bir tartışma başlatmakla kalmıyor, aynı zamanda sevginin ve bağlılığın doğasına dair yeni perspektifler sunuyor. Üçlü arasındaki bu benzersiz ilişki, yalnızca bireysel tercihlerle değil, aynı zamanda sevgi, bağlılık ve aile kavramlarının yeniden tanımlanmasıyla şekilleniyor.
Günümüzde, çiftlerin kendi ihtiyaçlarına ve değerlerine uygun ilişki modelleri yaratmaları daha yaygın hale geliyor. Poliamorik (çoklu aşk) ilişkiler, açık evlilikler, ortak ebeveynlik modelleri ve Agnes Callard’ınki gibi sıra dışı aile yapıları, bu dönüşümün bazı örnekleri. Tüm bu ilişkilerde sevgi ve bağlılık, monogamiye bağlı kalmaksızın yeniden tanımlanıyor.
Peki bu üçlü ilişki uzun sürede sürdürülebilir mi? Açıkçası sanmıyorum. İki erkeğin ne düşündüğünü ve durumdan hoşnut olup olmadıklarını da bilmiyorum. Ama bildiğim şu: İki erkekle birlikte yaşayan bir kadın modeli, kıskançlık, güç dinamikleri, toplumsal yargılar ve sapıklıkla damgalanmak gibi faktörlerle başa çıkmayı gerektiriyor.
Öte yandan, Agnes Callard’ın iki erkekle birlikte yaşamı, yalnızca bir bireysel tercih olarak değil, aynı zamanda modern toplumun ilişkilerdeki dönüşümünü anlamak için bir mercek olarak değerlendirilebilir. Callard’ın modeli, sevginin ve bağlılığın sınırlarını yeniden düşünmeye ve ilişkilerde daha geniş bir esneklik ve çeşitlilik anlayışını benimsemeye davet ediyor. Bu tür modeller, sevginin sadece bir duygu değil, bir yaşam pratiği olarak ele alınması gerektiğini ortaya koyuyor ve bizleri geleneksel ilişki kalıplarının artı ve eksileri üzerine düşünmeye zorluyor bizleri.